Bahadır Çakıltaş

Aynı Dili Konuşmak Dileğiyle...

3 Mayıs 2016 Salı

"Ablan Star Bebeğim"

Bu cümleyle beraber birkaç cümleyi daha son zamanlarda sürekli duymaktayım. Hele bir de ağızlarını yaya yaya "Ne manağğğ?" diyorlar ya; ona deli oluyorum. Tabii genel kültürüm bu gençler kadar zengin olmadığı için bu cümlelerin kaynağını anlayamadım ve küçük bir araştırma yapmam gerekti. Bu araştırmanın sonucunda da uzun zamandır üzerine bir şeyler söylemek istediğim bir durum yeniden karşıma çıktı: "teknolojinin yan etkileri". Bunu da gördükten sonra artık bu konuda yazmak elzem oldu.

Aralarında üniversite öğrencilerinin; yani "dolu" olması gereken insanların da bulunduğu geniş bir grup bu yan etkilere maruz durumda. Büyük olasılıkla bu etkilerin bu derecesi ise bizim insanımıza has. Zira biyolojik ve fizyolojik yan etkilerden değil; ruhsal ve zihinsel travmalardan bahsediyorum. Geçmişte birçok gelişimsel sıkıntı yaşamış, hatalı ve bilinçsizce büyütülmüş olan -benim tabirimle- "hamburger nesli"; şimdi bu yanlış sürecin bedelini hem kendi ödüyor; hem topluma ödetiyor.

Bu davranışların temelinde birtakım sosyal sıkıntıların yattığını düşünüyorum. Zira geniş kesimler tarafından kabul görmek ve beğenilmek herkesin hayali ve ne oluyorsa bu hayal yüzünden oluyor. "Ergen benmerkezciliği" bizim toplumda her yaşta söz konusu yani. Aslında bunda bir beis yok. Hatta çalışmaya ve üretmeye ittiği sürece bu iyi bir şey. Örneğin, insanlar yetenekleri doğrultusunda müzik yapıp insanlara sunabilirler (hoş, kapitalizmin yarışmaları bu duyguyu da sömürüyor), farklı sanatsal ya da sportif yeteneklerini ön plana çıkarabilirler; veya becerebiliyorlarsa benim gibi yazı yazabilirler; en azından topluma faydalı bir şeyler katmak için uğraşırlar.

Fakat bireyin herhangi bir yeteneği yoksa bu duygu nasıl tatmin edilecek? Ya da yeteneği olsa bile "komiklik" kadar cazip gelebilecek mi insanlara? "Komik" olmak ile "gülünç" olmak aynı saygınlıkta mı? Güldürüde niteliğin ölçütü nedir; bu ölçütün ne kadarı zekadır? Bu sorulara verecek kişisel yanıtlarım var elbette; ancak benim düşüncelerim ortaya çıkan durumu değiştirmiyor ne yazık ki. Hiçbir vasfı olmayan insanlar; hiçbir şey üretmeden, herhangi bir değer ortaya koymadan arz ediyorlar kendilerini ve ummadıkları zamanlarda "eğlencelik" malzeme olarak "şöhret" mertebesine ulaşabiliyorlar. Bunun sonucu olarak da gerçek üretimin sahibi olan birçok emekçiden çok daha iyi ekonomik koşullara sahip olabiliyorlar. Tabii bu getiriler de diğer insanlara cazip geliyor ve yeni "eğlencelik adayları" çıkıyor ortaya. Bu kulvarın aktörleri de böylece baş döndürücü bir hızla sirküle oluyor.

Bir sonraki yazımızda bu garabetin yuvalandığı mecraları isim ve işlevleriyle inceleyeceğiz. Tabii ki ben bir psikoloji ya da psikiyatr uzmanı değilim. Sadece gözlemlerim neticesi durumları ortaya koyuyorum. Bu durumların zihinsel ve psikolojik boyutlarını da elbette uzmanları düşünmelidir. Mamafih vaziyet bizce oldukça vahimdir.

Aynı dili konuşmak dileğiyle...

3 Nisan 2011 Pazar

GÜNIŞIĞI İLE GECEYARISI

Geceyarısı ile günışığının öyküsünü bilir misiniz?
Geceyarısı, kendi ışığı ve ısısı olmayan, günışığı ona güldüğü müddetçe kısmen aydınlanan ve ısınan,  duygularını içinde saklasa da sıcaklığa ve parıltıya özlem duyan biriymiş. Gerçi yıldızları varmış ama onlar anlık parlar parlar sönerlermiş. Hele günışığı o göz alıcı parlaklığıyla geceyarısına gülümsediğinde, yıldız falan kalmazmış ortalıkta. Günışığı ayrılsa da gece yarısının yanından, “ay”ı bırakırmış yadigâr, geceyarısı, o gelene kadar üşümesin ve ışıksız kalmasın diye… Geceyarısı da gülümsermiş daima, günışığının aydınlığından bir parça taşıdığı için… Daha da parlatırmış yıldızlarını… Bulutlar yaklaşamazmış semaya:
 Ağlamazmış geceyarısı…
            Günışığı geldiğinde yeryüzüne, tüm dünyayı bir sevinç kaplarmış. Cömertçe gülümsermiş günışığı yukarıdan bakarak; denizlere, ağaçlara, kuşlara, insanlara… Geceyarısı ise için için kıskanırmış onu. Paylaşmak istemezmiş kimseyle aydınlığını. Ama bırak paylaşmayı, günışığı tüm cihana cömertçe saçarken kahkahalarını; geceyarısının payına bir tebessüm bile düşmezmiş. Söylenceye göre ünlü şairimiz Fuzuli de geceyarısının bu isyanını işiterek yazmış şu dizeleri:
                        Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsân
                        Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı
            Gel zaman git zaman, geceyarısı günışığına tutulmuş iyiden iyiye. Her anını onun ışığını görerek, sıcaklığıyla ısınarak geçirmek ister olmuş. Ama günışığı, yalancı bahar gibi bir gülüyor bir kaçıyormuş. Anlatılmayacak kadar büyükmüş geceyarısının azabı. Günışığı aydınlığından bir parça vererek, geceyarısını umutlandırır; geceyarısı tam “kavuşuyorum sevdiğime artık”, diyerek aydınlatırken yüzünü, kaçar ve gülümsermiş, acımasız bir muziplikle.  Sâbâ makamının dokunaklı nağmeleriyle dökermiş kara bulutlardan yağmurlarını geceyarısı. Ve daha da karartırmış semayı, gözlerindeki sisler…
            Söylence odur ki, geceyarısı bu yüzden üşür, üşütürmüş hazan ve şita fasıllarında… Geceyarısı bekler, günışığı kaçarmış. Yazın daha uzun kaldığı için günışığı, geceyarısı fazla üşümezmiş. Aslında günışığı da mutsuzmuş fasl-ı şitada. Hep solgun, sıkıntılıymış.
           Kim bilir, belki de o da özlemektedir geceyarısını.
           Hatta seviyordur bile…
           Bilinmez ki…
            Yine rivayet edilir ki, bu öyküyü de geceyarısı, günışığı için; okusun da ona olan aşkını anlasın, anlasın da olanca ışıltısıyla gülümsesin diye yazmış. Her harfi yıldızdan dokumuş, her sözcüğü yağmurlardan damıtmış. Ne dersiniz? Günışığı anlar mı geceyarısının aşkını acaba? Gökten değil üç, üç ton elma düşse geceyarısının başına düşen taş olurmuş.  O yüzden öyküye bir türlü son nokta konamazmış.
           Son nokta için günışığı beklenmekteymiş
           Virgül….

                                                                           Bahadır ÇAKILTAŞ
                                                                                  29.12.2009
                                                                                       20:38

5 Mart 2011 Cumartesi

ÜÇÜNCÜ YENİ KOMEDİSİ

   Şiir nedir? Şiir, herhangi bir manzum yazı mıdır? Her manzume şiir midir? Her şiir manzum mu olmalıdır? Sefa Koyuncu adlı şairin öncülüğünü yaptığı ve adına da “üçüncü yeni” dediği akım bizi bu soruları sormaya itiyor. Kafiye ve ölçüsüz şiirin Türk Şiirini yerle bir ettiğini, şiiri çıkmaza soktuğunu savlayan bu akımın temsilcileri, halk edebiyatında yüzyıllardır kullanılan nazım şekillerini alarak “yeni” bir şiir oluşturduklarını ve bu şiirle Türk Edebiyatını kurtaracaklarını iddia etmekteler. Garip akımıyla başlayan birinci yeni hareketinin ölçü ve kafiyeyi şiirimizden söküp atarak yüzyıllardır süren Türk ve Müslüman geleneğini yıktığını, ikinci yeni hareketinin ise şiiri gittikçe manasızlaştırarak halktan kopardığını savunan üçüncü yeni mümessilleri, çözümü yeniden halk edebiyatı şekillerine dönmekte görüyorlar.

Bence şiir, bir duyguyu ya da bir olayı daha önce anlatılmamış bir biçimde anlatma sanatıdır. Şiirdeki efsun da, çekicilik de ahenk unsuru da bu amaç doğrultusunda belirlenmelidir. İmgeden yana fakir, okuyucuyu düşündürmeyen, makale okur gibi okunan bir manzume, her tarafı kafiye olsa da şiir sayılabilir mi? Kaldı ki bazen monotonluğu kırmak da benzersiz bir musiki öğesi olabilir. İnsan duyguları nasıl bir kurala bir kalıba sığmazsa, insan duygularının dili olan şiir de kurallarla, kalıplarla sınırlandırılmamalıdır. Tabii ki ölçü ve kafiyeyle de çok etkileyici şiirler yazan şairlerimiz vardır. Ancak ölçü ve kafiyenin bazen şairler üzerinde kısıtlayıcı bir etkisi olduğunu da göz ardı edemeyiz. Özellikle Türkçe gibi aynı anlamı taşıyan sözcüklerinde bile çok farklı musiki unsurları bulunan bir dilde şiir yazıyorsanız kafiye ve ölçü zaman zaman ayağınıza pranga olacaktır.

Bu akımın mümessillerin amaçlarının siyasi ağırlıklı olduğunu kendi cümlelerinden çok rahat anlayabiliyoruz zaten. Bu hareket bizce toplumu her konuda bölme gayesiyle sanatı kutuplaştırma çabasından başka bir şey değildir. Bir zamanlar kullandığınız kelimelerden hareketle “sağcı” ya da “solcu” olarak nitelenirdiniz, bundan sonra da okuduğunuz ya da yazdığınız şiirin şekline göre siyasi görüşünüz anlaşılacak, haberiniz olsun! Hareketin kurucusu Sefa Koyuncu’nun şu sözleri sanırım hareketin ardında yatan amacı ortaya koyuyor:
 “Nazım Hikmet ve Nurullah Ataç’la başlayan ‘devrik cümle’, ‘ölçüsüz şiir’ ve ‘uydurma kelime’ akımları Türk dil, şiir ve nesrini tanınmaz hale getirmiştir. Bu hareketler, Müslüman Türk milletini bu topraklardan silmek isteyen Fransız komünistleri ve dönemin Rus liderleri tarafından desteklenmiş, Nurullah Ataç ve Nazım Hikmet de maşa olarak kullanılmıştır.  “Birinci ve İkinci Yeni” akımları dış kaynaklı, sun’î ve dayatmadır; milletin içinden çıkmamıştır; başlattığımız Üçüncü Yeni ise milletimizin dil, edebiyat ve sanatın her dalında aslına dönüş hareketidir. Bu sebeplerle Üçüncü Yeni’nin, edebiyat çevrelerinde ve milletimiz nezdinde çabucak yankı bulması gayet tabiîdir… Birinci ve İkinci Yeni hareketlerinden bugün akılda kalan birkaç kişi var ki, onlar da ancak yıkıcılık ve bozgunculuklarıyla hatırlanmaya mahkûm. Bunlardan biri Nazım Hikmet’tir ki, Birinci ve İkinci Yeni hareketlerinin asıl başlatıcısı, öncüsüdür. Türk edebiyatında 1930’lardan itibaren serbest şiir yazan bütün şairlerde, kendileri (hayır, yok) deseler de, Nazım Hikmet’in etkisi vardır. Bu hakikat gizlenemez. Bu şiirleri okuyan herkes, Nazım Hikmet taklitçiliğini açıkça görür. Hatırda kalanlardan ikincisi Orhan Veli Kanık’tır; Nazım’ın Rus komünistlerinin güdümünde olması gibi, Orhan Veli Kanık da Fransız komünistlerinin etkisinde ve emrindedir. Orhan Veli’nin Garip kitabına yazdığı önsöz, şiirden çok bir komünizm manifestosu niteliğindedir. Üçüncü kişi ise Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ödüle lâyık görme yanlışlığına düştüğü Sezai Karakoç’tur. Sezai Karakoç’un gençler arasında yaygın olan tek şiiri Monna Rosa’dır; diğerlerini okuyan, bilen ve anlayan yok denecek kadar az. Çünkü Sezai Karakoç da Cemal Süreyya, Ece Ayhan, İlhan Berk, Turgut Uyar gibi Nazım Hikmet taklitçileriyle birlikte İkinci Yeni akımını kurmuş, onlar gibi serbest ve kapalı şiirler, kuralsız nesirler yazmıştır. En çok okunan şiirinde Muazzez Akkaya isimli Türk kızına Monna Rosa diye hitap etmesi, Sezai Karakoç’un gayrı milli bir kültüre hizmet ettiğinin göstergesidir. Ayrıca, ‘Liliyar’ isimli şiirinde ‘Lili’ isimli bir Hristiyan kadını yere göğe sığdıramamaktadır. Müslüman Türk kızlarına ve Leyla ile Mecnun’a Monna Rosa diye hitap edilmesi kabul edilemez. Şiir ve yazılarında daha çok Hıristiyan motiflerine yer veren Karakoç’un, arada İslâmî motiflere de (ki onlarda da saygı ifadesi yok) yer vermesi “Ey Yahudi!” diye bir hitabet (şiir saymıyorum) yazmış olması, işlediği kültür tahribatını göz ardı ettiremez.”

( http://www.habernews.com/haber.asp?haberid=11150).

Yani Koyuncu, birinci ve ikinci yeni şiirlerinde musiki olmadığını iddia ediyor, musikiyi yalnızca ölçü ve kafiyeden ibaret sayıyor. Bu konuda ustalığını kimselerin tartışamayacağı Nazım Hikmet’e dahi dil uzatıyor. Bakalım Nazım Hikmet’te ahenk var mıymış? Çok bilinen bir şiirinden örnek verelim:

“O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan bir ev.
...

Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve.
…”

Görüldüğü gibi, kafiye de kullanmış büyük usta… Ama tabii musikiyi sağlayan tek unsurun kafiye olmadığını şiir zevki olan herkes takdir edecektir. Nazım Hikmet ve Orhan Veli Kanık’ın, şiiri özgürleştirme ve halkı şiire sokma çabalarını “komünizm”e indirgeme komedisine söylenecek laf yoktur. Edebiyat tarihimizin vazgeçilmez unsurlarından olan kafiye, günümüzde imge dünyaları fakir olan ve söz musikisini sağlayamayan şairlerin arkasına saklandıkları bir araca dönüşmüştür. Tarihimizde yer alan önemli şairlerimizin şiirlerinin tek ahenk unsurunun kafiye ve ölçü olmadığını, geniş hayal dünyalarını da şiirlerine yansıttıklarını hepimiz biliyoruz. Yunus Emre, Karacaoğlan, Fuzuli, Şeyh Galib, Nedim ve daha aklımıza gelen-gelmeyen birçok ünlü şairimiz hem ölçü ve kafiye kullanmışlar, hem de zengin hayal dünyaları ve kelime hazneleriyle şiirlerine zenginlik katmışlardır. Fakat bazen kafiye ve ölçü, onları bile sınırlamıştır. Ölçü ve kafiye güzel durduğu yere konmalı, özgürlükle güzel olacak dizeler de özgür bırakılmalıdır. Tabii ki bunun kararını da ne yazdığını en iyi bilen kişi olarak şair verecektir.
Koyuncu’nun “Fransız Komünistlerinin etkisinde ve emrindedir” dediği Orhan Veli Kanık’ın ise suçu şiirlerinde sıradan insana yer vermektir! Hadi Nazım’ı anladık da, Orhan Veli’nin komünistliğine nasıl hükmettiğini bir türlü anlayamadım. Anlayan varsa bana da anlatsın lütfen! Orhan Veli’nin şiirindeki yalınlığı ve musikiyi göremeyenler için de yine meşhur bir örnek verelim:
“ANLATAMIYORUM
(Moro romantico)
Ağlasam sesimi duyar mısınız, mısralarımda;
Dokunabilir misiniz gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel;
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu,
Bu derde düşmeden önce...
Bir yer var, biliyorum.
Herşeyi söylemek mümkün;
Epiyce yaklaşmışım,
Duyuyorum:
Anlatamıyorum...”
“Anlatamamayı” hangi ölçü ve kafiye bu kadar güzel anlatabilir? Bu şiirdeki tek bir kelimeyi değiştirseniz anlam ve ahenk etkilenir. Bu şekilde musikiyi sağlamak, ölçü ve kafiyeyi ahenk unsuru olarak kullanmaktan, kuşkusuz ki daha zordur.
Sürekli, Türk Şiirinin komünistlerin elinde yerle bir olduğundan dem vuran Koyuncu, kurtuluşuysa zamanın gerisine dönmekte aramaktadır. Koyuncu’nun bu anlamsız haykırışı, otomobil varken at arabasına binmek istemekten farksızdır. Dünya ve insan sürekli değişim içindedir. Tabii ki bu değişimden her şey kadar şiir de etkilenecektir. Kafiye ve ölçünün zirvesi, zamanında zaten bulunmuştur. Yunus Emre, Karacaoğlan, Bâki, Fuzuli; Nef’i, Nedim ve daha aklımıza gelmeyen birçok değerli şairimiz, ölçü ve kafiyeli şiirin en güzel örneklerini zaten vermişlerdir. Şiirimizde sürekli yeni denemelere girişmişler ve birçoğunda da başarılı olmuşlardır. Tabii bu yenilikler, etkileşim içinde bulunulan kültürlerle Türk kültürünün yoğrulması sonucu ortaya çıkmıştır. 19. yy’dan itibaren kültürel etkileşim batıya doğru kaydığından doğal olarak şiire giren yenilikler de batı kökenli olmuştur. Tabii ki bu yenilikler, “Türk Kültürünün yıkılmasına, İslam Dininin elden gitmesine” değil, Türk Şiirinin beslenip gelişmesine yol açmaktadır.
Sayın Koyuncu ve şürekâsının “yeni” diyerek önümüze koyduğu, yüzyıllardır halk edebiyatında kullanılan nazım biçimlerine dönmek, Türk Şiirini yavan ve durağan bir hale getirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Şiir tıpkı insanın duyguları, arzuları, hazları gibi özgür ve ihtiraslı olmalıdır. Şair, anlatmak istediğini en iyi nasıl anlatabiliyorsa öyle anlatmalıdır; gerek ölçülü, gerek serbest… Eğer bir yenilik getirilmek isteniyorsa eskiyi temcit pilavı gibi önümüze yeniden getirmek yerine, farklı denemelere girişilmeli; taze bir soluk aranmalıdır. Şiirimiz ancak böyle gelişir, gerçek “yeni” böyle vücuda gelir. Türk Şiiri de ancak o zaman devinime geçer ve hem şairlerimiz hem de okuyucularımız büyük bir heyecanla bu harekete destek verir.
Aynı dili konuşmak dileğiyle...

 http://mavizaman.com/content/view/113/1

09.03.07
Bahadır Çakıltaş

ŞAİR ÜZERİNE

Bir kaybedenler kulübü müdavimidir şair.

Mum misali, eridikçe alevi büyür sözünün; alev büyüdükçe erir damla damla, yok olasıya küçülür ozan. Ölümler, aşklar, ayrılıklar, terk edilişler, yığınların içinde yaşanan derin yalnızlıklar, kaynağı meçhul özlemler…
Şiir çağırır ozanı; çeker içine, bazen anne için dökülen gözyaşlarını silen bir el olur; bazen de sevgilinin nefesinin sıcaklığı… En güvenilir yoldaşıdır dizeleri şairin. Ve her dize, yüzünde bir çizgi; yazgısından bir cümledir aslında.

Ahmet Haşim…

Nişanlısı, yüzündeki yara yüzünden onunla evlenmek istemez, hatta korkar. Gün ışığına düşman olur Haşim. Ay ışığında buluşur sevdaları ve sevdalı olduklarıyla. Dizelerinde sevişir gönlünün sultanıyla; ancak şiirlerinde dinlerler onu gönül verdiği dilberler:

“Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!”

Akşam şairi, melalin sazı olur Haşim. Ay ışığı yüzüne değil, gamlı yüreğine vurur; orada annesizliğin verdiği bir kadın özlemi parlar biteviye. Kadınlar ondan uzaklaştıkça, daha bir gömülür melale, daha çok sığınır akşama. Oysa Bukowski’nin dediği gibi, çirkin olmanın çok iyi bir tarafı vardır; sizi gerçekten sevenleri çok kolay ayırt edersiniz. Haşim de ömrünün son günlerinde hizmetçisiyle evlenir. Neden biliyor musunuz? Ömrümde bir kere olsun bir kadın benim için ağlasın, diye düşündüğü için. Tüm mal varlığını da ona bırakmıştır.

Kimse anlamaz onu; hatta kadınlar bencillikle suçlarlar. Oysa kadınlar önemlidir şair için. Sadece sıcaklığını, şefkatini ister kadının. Oysa kadın çok şey ister her zaman. Bir türlü yetinmesini bilmez. Sonunda en az şair kadar mutsuz olur.

"Firâz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Cevf-i ye's-âşinâ-yı hüsrana...
Titrek
Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-u uryâna"

Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Bedri Rahmi, Attilâ İlhan… Hepsi kaybedenler kulübünde… Hepsinin yüzünde çizgiler var, hüzünden ve biz ezbere biliyoruz alnındaki kırışıkları şairin

Bir kaybedenler kulübü müdavimidir şair.

Aynı dili konuşmak dileğiyle...

Bahadır ÇAKILTAŞ